Öyle anlaşılıyor ki, o dönemin köy koşullarında toplumsal olmanın ilk şartı namuslu olmaktan geçmekteydi. Namuslu olmak da ailenin kurallarına, yani namusuna bağlı olarak yaşamaktı. Çocuk olarak anadan doğma bu namus bilincine sahip olamazdım. Namuslu olmak sonradan öğrenilen toplumsallıkla ilgili bir husustu. Anam da herhalde kendine göre beni toplumsallaştırmaya çalışıyordu. Bunun yolunu da ailenin kurallarına tam bağlı olmakta buluyordu. Bu yüzden aramızda şiddetli bir kavga geçti. Belli ki, ben daha çocuk halimle ailenin kurallarını yeterli ve doğru bulmuyormuşum. İlk defa geleneğe başkaldırmam söz konusu olmuştu. Bu yönlü çelişki uzun süre devam etti. Aile sorunu kadın sorununa, kadın sorunu özgürlük ve demokrasi sorununa, demokrasi sorunu da en son demokratik ulus sorununa dönüştü.

Camiyle, dinle olan ilişkimi anlatmıştım. İlk başta dine örnek düzeyde uymuştum. Otuz üçe yakın sure ezberlemiş, İmam’ın gözdesi olmuştum. İlkokul çocuklarından oluşturduğum gruba namazda imamlık da yapmıştım. Bu konuda notum tamdı. Ama dinin tanrısıyla zihnî sorunlarım da baş göstermişti. Bu tanrı nedir, nerededir, nasıldır soruları gittikçe kafamı kurcalıyordu. Dinde derinleşme bu sorunu çözmüyor, tersine daha da ağırlaştırıyordu. Bu yönlü çelişkiyi felsefe ile çözmeye çalışırken, sosyal hareketlilikle tanışma ve bilimsel sosyalizmde karar kılma takip ettiğim diğer adımlar oldu. Altından kalkılması zor tercihler yapmıştım. Asıl toplumsallık bağı olan Kürt kimlik sorunu ise, eğitimin Türkçe olduğu ilkokula gidiş nedeniyle erkenden varlığını hissettiriyordu. Sorun beni derinden yaralıyordu, ama çözümü için uzun süre adım atacak halim yoktu. Teorik birikimim kadar pratik kapasitem de en ufak bir adım atmama elvermiyordu. Sonuçta aile, din, felsefe ve sosyalizm sorunlarının kaynağında Kürt kimlik sorunundan kaçışın yer aldığını fark ettikçe, sorun üzerinde yoğunlaşmaktan ve çözüm aramaktan kurtulamayacağımı anladım.

Kürt kimliğinin kabulü ve sorun olarak kavranışı 1970’lerden itibaren tüm yaşamımı kuşatmıştı. Kişiliğimle ilgili ortaya çıkan tüm sorunları kimliğe bağlıyordum. Dolayısıyla Kürt kimliğini çözmedikçe, maddi ve manevi hiçbir sorunumu çözemeyeceğimi kavramış ve inanmıştım. Bundan sonra başlayan ideolojik ve örgütsel serüven bir nevi kendimi yeniden arayış öyküsüne dönüşmüştü. Kürt kimliğinin araştırılması ve çözüm çabaları bir anlamda da kendimi yeniden tanımlamam, çözmem ve toplumsallaştırmam demekti. Bu arayışlara ilişkin öykülere yer yer değindiğim için tekrarlamayacağım. Fakat öykülerin kısmen felsefi yorumları dikkat çekicidir. Kürt kültürünün kendini zihnime ve duygularıma net yansıtışı çok kısıtlı imkânları olan müzik yoluyla gerçekleşiyordu. Çocukluktan beri Kürtçe kılamları (ezgileri) dinlemiştim. Meryemxan, Cizrawi Kardeşler ilk elde duyulan seslerdi. Fakat Ankara koşullarında ilk defa Aram Tigran’ın sesini duymam farklı bir etki yaratmıştı. Çok sonraları yorumladığımda, Aram’ın Kürt gerçekliğine, özellikle Kürt halk gerçekliğine, onun hâkikatinin dile getirilişine çok daha yakın bir ses olduğu sonucuna varmıştım. Sanatın hâkikatin diğer bir açıklayıcı biçimi olduğunu bu nedenle kabul etmiştim. O sesin içeriğinde hem Kürt halk gerçekliğine bir çağrı vardı, hem de içerik olarak ‘umutsuz aşk’ dile geliyordu. Dolayısıyla yaşadığım gerçeklikle oldukça uyumluydu. Bir yandan ideolojik arayışlarla Kürt sorununu açıklamaya çalışırken, diğer yandan bunun müzikle takviye edilişi anlaşılır bir husustu. Müzik ve ideolojik arayış Kürt sorunu için artık el ele gidiyordu.

Kadına ilgim de bu yıllarda benzer biçimde gelişti. Doğal olarak her gencin bu ilk yıllarında yaşayabileceği tutkulu bağlanışlar benim için de söz konusu olabilirdi. Kadına biyolojik ve geleneksel yaklaşımdan oldukça uzaklaşmıştım, bu yönlü ilgim de uyanmamıştı. Kent koşullarında kendini yansıtan kadın modern görüntülüydü. Dikkatimi çekiyordu, ama Türk modernitesi gereği yetişmiş bir kıza yaklaşmam benim için Kaf Dağı kadar uzak bir olasılıktı. Ne bu gücü kendimde buluyordum, ne de elde etmek için bir uğraş içindeydim. Gözlemlediğim Kürt kökenli bazı kızlar bende aynı müzikte geçen umutsuz aşk öykülerini çağrıştırıyordu. Daha önce de belirttiğim gibi, bazı simalara ilişkin “Bu kızın soyu da özgür olmaya layık bir soy olmalı” deyişim Kürt gerçekliği ve sorunuyla yakından bağlantılıydı. Aram’ın müziği ne kadar Kürt gerçekliğinin ‘umutsuz vaka’ durumunu yansıtıyorsa, kızın simasında yakaladığım görüntü de Kürt gerçekliğinin yine o kadar umutsuz bir vaka olduğunu, ama eğer sınırlı bir namus anlayışım varsa, bu umutsuz vakanın, yani Kürt gerçekliğinin peşine düşmem gerektiğini ısrarla dayatıyordu. Anamın gözlemlediği halimle geleneksel tarzda kadınla olamayacağım anlaşılmıştı. Modernite kadını ise Türk olduğunda Kaf Dağı kadar uzak, Kürt olduğunda da umutsuz bir aşk görüntüsünde kendisini hissettiriyordu. Yanımdaki Kürt ve Türk gençlerinin kadına ilgisi bana ne ahlâki ne de estetik görünüyordu. Dolayısıyla onlara öykünüp bir kızla yakınlık kurmayı asla düşünmedim.

Buna rağmen aniden ‘evlilik saplantısı’na düşmem anlaşılmaya değer. İlgili bölümlerde açıkladığım gibi bu ideolojik, etnik, politik ve psikolojik boyutları iç içe geçmiş bir yaklaşımdı. O yaşlarda evliliği denemeyi bir nevi ‘meydan okuma’ olarak bellemiştim. Ruhen ve geleneksel olarak asla evlenmedim. Fakat kadın etrafındaki ideolojik ve politik örüntüyü çözmek açısından bunun oldukça önemli bir deneyim olduğunu ve yaşamaktan çok korkmamak gerektiğini zor da olsa kendime kabul ettirmiştim. Özellikle bu ilişkiyle Kürt, Alevi ve kadın gerçekliğine ulaşmamın, bunun Kürt kimliğiyle ve sorunun kendisi ve çözümüyle bağlantısını kurmamın ‘müthiş zor’, fakat çok öğretici geçen bir ders olduğunu önemle belirtmeliyim. Bu sorun aşılmasaydı ve beni yenseydi, Kürt gerçekliğine yönelik çıkışlarımın başarılı geçeceğini söylemem oldukça zor olurdu.

Kendi açımdan özetlersem, 1950-1960 yıllarını aile toplumculuğunu reddetme, 1960-1970 yıllarını geleneksel toplumu benimsememe, 1970-1980 yıllarını da modern toplumu benimsememe süreci olarak değerlendirebilirim. Toplumsallaşmayan ‘yalnız adam’ konumunda bir kişiliktim. Çocukluğun kır gezisi grupları, dinsel ve sol ideolojik gruplar kendi etrafımda geliştirdiğim deneysel toplumsal adımlardı. Apoculuk ve PKK gibi iddialı adımlar kendine özgü yeni toplumsallıkların yönünü göstermekle birlikte, henüz birer idea olmaktan öteye gidemiyordu. Aranan ve kabul ettirilmek istenen Kürt toplumsallığıydı. Kürtler açısından hâkikat arayışçılığı söz konusuydu. İslâmiyet’in Kürtler açısından ifade edilebilecek bir hâkikati yok gibiydi. Milliyetçilikle kaynaştırıldığından, daha çok inkârcılık rolünde kullanılıyordu. Sol düşünceyle gerçeğin adı konuluyor ama özü açıklanamıyordu. 1980’lere doğru başvurulan kendini silahlı savunuş, bağlanılan gerçekliğe saygıyla bağlantılıydı. 12 Eylül 1980 darbesi hâkikat açısından önemli bir sınavdı. Dayanmak ve gelişmek, bağlanılan gerçeğin hâkikat olarak değerini kanıtlayıcı argümanlardı. Eğer dayanmayıp kaçışla karşılasaydım, bağlanmak istenilen Kürt gerçekliği büyük darbe yiyecekti.

Dolayısıyla 1980 sonrası direniş ve ideolojik-politik gelişmeler, Kürt gerçekliğinin hâkikat olarak ifade edilmesinde büyük anlam taşıyacaktı. Silahlı direnişe geçmek ve halkı savaşa çekmek tarihsel adımlar olacaktı. Herkesin pes ettiği ortamlarda hâkikat sesini daha gür duyurabilirdi. Silahlı mücadele tam da bu tür dönemlerde hâkikatin en güçlü ve adil sesi olarak yankı bulacaktı. Böyle de oldu. Teknik ve taktik olarak çok iyi başlatılamamasına rağmen, 15 Ağustos 1984 Hamlesi Kürt gerçekliğinde büyük yankı buldu. Aranan Kürtler varlıklarını hissettiriyorlar, tüm olumsuzluklarına rağmen dalga dalga katılım gösteriyorlardı. Ozanlar ve müzik grupları çoğalıyor, dostların sayısı artıyordu. Yalnızlığı yırtıyor ve toplumsallaşıyordum. Özlemini duyduğum hâkikat gerçeği, gerçek hâkikati güçlendiriyordu. Bu yıllarda ozanların bizzat gerilla ortamına gelişleri, Newroz’larda kamp alanlarında on binleri aşan halktan insanların toplanışı oldukça dirilticiydi. Aram Tigran’ın sahama gelişi ve Med TV’nin açılışı ‘umutsuz aşkı’ umutlandırmaya başlamıştı. Kızların akışı da coşkuluydu. İlk defa onurla onları kucaklıyordum. Tekrar birlikte oynuyor, bazen omuzlara kaldırıyor, kadındaki utancı yerle bir ediyordum. Onların şahsında özgür yaşamın gerçekleştiğini gördükçe yaşamın anlamı daha da gelişiyor ve güzelleşiyordu.

Büyük acılar ve ihanetler yaşamasına rağmen, Kürt halkının bu yıllarda dayanma ve bağlanma gücünü göstermesi, kendi hâkikatinin farkına varması ve bunun en önemli insani onur ve temel ahlâki ilke olduğunu kavramasıyla bağlantılıdır. Yoksa dünyanın en gelişmiş hegemonik güçlerinin en sinsi savaş biçimi olan Gladio savaşlarına bu kadar dayanması başka türlü izah edilemezdi. Bu yıllarda ‘Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan’ sloganını çokça kullanıyorduk. Açıkça söylemeliyim ki, ben bu sloganın gerçekliğine pek ısınamamıştım. Beni en çok ısıtan ve güçlendiren gerçeklik halkın ayağa kalkışıydı. Kendi savaşına kalkışan, ona her türlü desteği veren, en değerli oğullarını ve kızlarını birer kurban gibi sunan bir halk karşısında heyecanlanmamak ve büyük saygı duymamak mümkün değildi. Benim tüm yaptığım, onların bu onurlu hâkikat savaşına bütün akıl ve duygu güçlerimi kullanarak katkıda bulunmaktı. Hiçbir çaba bu doğrultudaki çalışmalardan daha değerli olamazdı. Benim gibi muazzam kuşkulu bir zihni ve oturmamış duyguları olan birisini bile halkın ve öncülerinin bu fedakârlıkları kendine getirmiş, âdeta yeniden canlandırmıştı. Ben onları keşfetmeye çalışırken, onlar beni yeniden yaratmışlardı.

Gerektiğinde, varlıkları söz konusu olduğunda, özgürlük ve onurlarını yitirmekle karşı karşıya kaldıklarında halkların savaşmaları kaçınılmaz olur. Savaş dışında hiçbir yöntem varlıklarını, özgürlüklerini ve onurlarını korumaya götürmez. Bu dönem Kürtler açısından böylesi bir dönemdi. Savaşmak, özgürlükten ve kurtuluştan önce bir varoluş yöntemiydi. 12 Eylül faşizmi dil yasağı gibi tarihte örneği olmayan bir uygulamayla aslında daha önceleri örtülü yürütülen Kürtlerin kimliksel imhasını açıktan yürütüp sonuçlandırma kararındaydı. Kürtler için tek varoluş yöntemi savaştı. Zaten kendini ifade etmenin diğer yolları tümüyle kapatılmıştı. Kapatılma derken diğer grupları kastetmekteyim. Kürtler için hiçbir biçimde ne varlığını kanıtlama ne de özgür yaşama imkânı bırakılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, sonuç nasıl gelişirse gelişsin, savaş sadece varoluşun ve özgür yaşama şansının tek yolu değil, âdeta ayakta kalmanın ilacı gibiydi. Nitekim diğer güçler bu araca layıkıyla başvuramadıkları için gündemden, toplumsal yaşamdan düşmüşlerdi. Temsil ettikleri gerçeklik onları yaşatmaya yetmemişti.

Benim için bu dönemde ilginç olan, anamın dayattığı namus savaşının gerçek anlamını bulmasıydı. Anam aslında bana bir toplumsal yaşam kuralını belletmek istemişti. Ama yaşanan gerçekliği doğru ifade etme gücünde olmadığı için yanlış hedef, zamanlama ve uygulama peşindeydi. Bu öz varlık savaşıyla aslında toplumsal namus, Kürt varlığı ve onuru kurtulmuştu. Bu savaşla ilk defa onurluca yaşam hakkı kazanılmıştı. Ayağa kalkan ve kendi varlık savaşına sahip çıkan bütün Kürtler açısından yaşam hakkının kazanılması söz konusuydu. Bu yıllarda ölmek veya hayatta kalmak pek fark etmiyordu. Önemli olan onurlu yaşam hakkını kazanmaktı. Bunun bir örneği de Diyarbakır Zindan Direnişi’nde sergilenmişti. Mazlum Doğan’ın Newroz eylemi, Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık ve Mahmut Zengin’in bedenlerini ateşe vermeleri, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in ölüm orucunda şahadete erişmeleri de tamamen onur savaşlarıydı. Halk savaşımının birer eşdeğeriydi. Hep birlikte haykırdıkları “Onur savaşı kazanacaktır” sloganı bu gerçeği ifade ediyordu.