1998 sonlarında yaşananlar kanıt olmaktan çok gerçeğin kendisiydi. Gladio sistemi en üst düzeyde direkt şahsıma müdahale ettiğinde daha önceki yılların telaşı hiç yoktu. Hatta kendimi bir nevi hafiflemiş hissediyordum. Ayırt etmekte zorluk çektiğim konu nelerin kazanılmış haklar, nelerin atılması gereken yükler olduğuna ilişkindi. Moskova-Roma günlerinde düşüncemi meşgul etmeye başlayan bu ikilemdi. Geriye baktığımda, o günlerde bana yitik gelenin ulus-devlet ütopyası olduğunu daha iyi kavrıyordum. Bilimsel sosyalizmi hem bilim hem de ideoloji olarak kavramaya çalıştığımdan ötürü, iktidar ve ulus-devlet meselesinde pek rahat değildim. Sadece konjonktürün elvermemesinden ötürü değil, ideolojik ve bilimsel arayışımda da devlete yer bulamıyordum. Kaldı ki, Ortadoğu’daki iktidarımsı özentiler beni oldukça rahatsız etmişti. Ulus-devlet cazibesi beni pek çekmiyordu. Yüzlerce örneğe Kürt ulus-devletiyle bir yenisini eklemek, daha evrensel arayışlar peşinde olan dünyamla uyuşmuyordu. Ama yıllarca reel sosyalizmin etkisi nedeniyle çıkış da yapamıyordum.
Roma’dayken yine bir müzikle tanışmam söz konusu oldu. Sıkıntılı hastane hapisliğimde dinlediğim parça Bavê Salih’in Derwêşê Evdê yorumuydu. Destanın öyküsünü bilmiyordum ama müziği etkileyiciydi. Ozanın bu destanı okurken içeriğinin ne kadar farkında olduğu belli değildi. Bana göre bu destan daha Ahmedê Xanî’den beri özlemi duyulan Kürt devletçiliğinin can çekişmesini ifade ediyordu. Yine yaşadığım gerçekliğe denk gelmişti. Yitirdiğim, yitirmekte olduğum duygu, Kürt ulus-devletçiliğine ilişkindi. Mevcut dünya dengesinde, Moskova-Roma hattında, Gladio’nun amansız takibinde bu duygum can çekişiyordu. Müziğin ritmik sesleri bunu iliklerime kadar hissettiriyordu. Bilindiği üzere Dewrêşê Evdê hem son Êzidilerin hem de onların şahsında asimilasyona ve imhaya karşı ayakta kalmaya çalışan Kürtlüğün Edulê şahsında dile getirilen umutsuz direnişini ifade ediyordu. Erkek ozanın dilinden söylenmesine rağmen, Edulê’nin her sözü, binlerce yıl ayakta kalan bir kültürün son nefesini verişi gibi geliyordu. Derwêş Sincar Dağlarından Musul Ovasına her dalışında, aslında Müslüman Arap feodalizmine karşı bir kahramanlık direnişini sergiliyordu. Bu da binlerce yıllık bir gelenekti. Kökü Sümerlere, belki de daha öncesine kadar gidiyordu. Semitik çöl kabileleriyle Aryenik dağ-ova kabilelerinin çatışmasına kadar giden bir kökene sahipti. Derwêşê Evdê bu geleneğin son temsilcisiydi. Derwêş’in attan düşüşü ve yaralanması, aslında bir tarihin ve toplumsallığın düşüşü ve yaralanışıydı. Yaralı Derwêş’in yavaş yavaş ölümü Edulê’nin dilinde öyle bir söyleme dönüşmüştü ki, on bin yıllık bir tarihi ve en eski bir halk geleneğini rahatlıkla ifade etmeye yeterliydi.
Daha önceleri sanırım 1995’te Med TV açıldığında, Aram Tigran’ın konuk olarak yer aldığı programa ben de telefonla katılıp kendisiyle söyleşi yapmış, en sevdiğim olan şarkı ‘Delalo’ parçasını okumasını istemiştim. Bana göre o dönemde bu parçayı seslendirmesi muhteşemdi. Sonradan Delalo şarkısının da Derwêşê Evdê Destanı’nın kısa bir fragmanı yani parçası olduğunu öğrendim. Aynı sonuca götürüyordu. Hayret ettiğim nokta, Edulê gibi bir kadın figürünün nasıl olup da bu denli derin bir tarihsel ve toplumsal gerçekliği ifade edebildiğiydi. Bence bu Kürt edebiyatının halen açıklığa kavuşturulması gereken temel bir sorunudur. Konunun şahsımla ilgili yönleri elbette vardı. Bana da sadece Şengal Dağında ve Musul Ovası’nda değil, Şam-Halep-Atina-Moskova-Duşanbe-Roma-Nairobi hattında darbe vurulmaya çalışılıyordu. İkisi arasında benzerlik kurmamak mümkün değildi. Tuhaf olan, kaseti defalarca dinlettiğim halde, etrafımda bulunan çok sayıda kadın ve erkekten hiçbirinin benimle aynı duyguyu paylaşmamasıydı. Hatta Roma’dayken ozan Şivan Perwer ile şair-edebiyatçı Mahmut Baksi de ziyaretime gelmişlerdi. Şivan kendi eski havasındaydı. Tarihsel-toplumsal derinliği yakalaması beklenemezdi. Mahmut Baksi’nin durumu daha da hüzün vericiydi. Son söyleşiyi onunla yaptım. Benden dileği şehit gerillaların gömüldüğü herhangi bir dağa gömülmesiydi. Midesi harap olmuştu. Sayılı günleri vardı. O da azar azar ölüyordu. Bana Avrupa modernitesinin yavaş yavaş öldürdüğü, çağdaş olduğu kadar karikatürü çıkarılmış bir Derwêşê Evdê gibi gelmişti. Aleyhimde çok kullanılmaya çalışılmış, ama gönülden bağlılığını asla yitirmemişti. Roma’daki son günlerimde bir kez daha geleneksel trajik Kürt öykülerinin etkisine kapılmak bana ilginç olduğu kadar anlamlı gelmişti. Daha sonra hiç âdetim olmadığı halde Derwêşê Evdê Destanı’nın hatırasına şu mısralar aklıma düştü:
Sincar Dağları’nda Derwêşê Evdê’nin yanında olsaydım!
Beyaz atların sırtında Musul Ovası’na dalsaydım
Derwêş vurulduğunda sırtlayıp Kürdistan dağlarına götürseydim
O’na, “Bak, binlerce Edulê ve On İkiler var” deseydim
Tanrıçaların taht kurduğu bu dağlarda rahat uyu, deseydim
Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin artık gam yeme,
Kesinleşen Kürtlük ve özgür yaşam ebedi gerçekliktir deseydim!
Urfa’dan son çıkışımda da İbrahim ve Eyüp peygamberlerin anısıyla bağlantılandırılan bazı mısralar aklıma düştü. Aslında eski yazım dilinde sıkça başvurulan bu yöntem daha değerli olmasına ve bilimciliğe göre hâkikati daha güçlü ifade etmesine rağmen, modern yazım hastalığının bir sonucu olarak başvurmamam mazur görülmelidir.
Olmayan ulus-devleti kaybettiğimi düşünmem aslında milliyetçiliğin zihnimi ve duygularımı köreltici etkisinin bir sonucuydu. Bunlardan kurtulmanın benim için büyük şans olduğunu daha sonra fark edecektim. Genelde devletçiliğe, özelde ulus-devletçiliğe gömülmüş bir zihnin ve duygu dünyasının boşalmasıydı yaşanan. Lenin’i çıldırtan, Stalin’i ise öldüren bir hastalıktı. Mao’nun Kültür Devrimi’nin bile deva olamadığı bir hastalıktı. Benim korkum, ulus-devletçi zihniyetin kaybedilmesinin uğruna savaşılan Kürt gerçekliği ve özgürlüğü için nelere mal olabileceğiydi. Tarihten çok iyi biliyoruz ki, devletin elden gitmesi tüm hanedanlığın, dinin ve toplumun elden gitmesi oluyordu. Gerçi olmayan ve kazanılmamış bir devleti, bir Kürt ulus-devletini kaybetmek söz konusu değildi. Ama yaptığı çağrışımlar tehlikeliydi. Gladio uçağı Akdeniz üzerinden Nairobi’ye süzülürken, az da olsa garip bir duyguya kapılmıştım. Şahsımda tıpkı Yahudilerin trenle ölüm kamplarına gönderilmeleri gibi bir Kürt soykırım yolculuğu başlatılmıştı. Bunda tavrım belirleyici rol oynayacaktı. 20. yüzyıl biterken şahsımda yaşanan, ulus-devlet tanrısının intikamıydı. Uygarlığın tanrısal düzeni olan ulus-devlet de en katı putlaşma dönemini yaşıyordu.
İmralı’daki yaşamım bu tanrının etkisinden tümüyle kurtulma cehdiyle geçti. Büyük komplolar dönemi büyük dönüşümleri de beraberinde getirir. Ulus-devlet son dört yüz yılın insan zihnini yoğuran ve yeniden şekillendiren modern olgularının başında gelmekteydi. Kapitalizm gibi toplumsal doğanın uzun süre dayanamayacağı bir sömürü sistemi onun sayesinde mümkün olmuştu. Sosyalizme yönelirken, aslında bu canavarların en büyüğünden kurtulmak istemiştim. Fakat aynı canavarın sosyalizmi de tahakkümü altına almış olması beni yanıltmıştı. İmralı’nın en büyük yararı bu gerçeğin farkına varmamı sağlaması oldu. Gramsci’nin de kavramaya oldukça yaklaştığı bir hâkikatti bu. Savunmaları derinleştirdikçe zihnimin kurtuluşu tamamen gerçekleşti. Çok büyük bir cesaretle ulus-devletle bağlantılı tüm sistemi reddetmek asla toplumculuktan kopmayı ifade etmediği gibi, ona hâkikat payı oldukça büyümüş bir paradigma ve yöntemle yaklaşma anlamına geliyordu. Kapitalist moderniteyi bu çerçevede kavramlaştırmaya çalışmam zor olmadı. Savunmamın önceki ciltlerinde bu konu yeterince aydınlatılmaktadır. Alternatif modernite kavramı olarak demokratik moderniteyi kavramlaştırmak diyalektik gereğiydi. K. Marks’ın Hegel’in diyalektik metafiziğini diyalektik materyalizme dönüştürmesi gibi, ben de kapitalist moderniteyi demokratik moderniteye dönüştürmeye çalışmıştım. Sonuçları elbette tarihsel akışla belirginlik kazanacaktı. Kapitalist sisteme ne kadar yanıt verdiği tarihsel materyalizmin bu yeni yorumunun işi olacaktı.
Kürt sorununu Demokratik Modernite kuramı ile yanıtlamaya çalışmak hem PKK açısından radikal bir özeleştiri hem de demokratik çözümün temeliydi. Toplumsal doğayı bilimsel olarak açıklama imkânı yeni paradigmayla güç kazanmıştı. Toplumun tarihselliği ve inşasındaki zihniyet payı, esnek ele alınmasını mümkün kılıyordu. Bu yaklaşım ise dogmatizme tarihsel olarak en büyük darbenin vurulması anlamına geliyordu. Ulus-devlet meselesinde tüm zihniyetlere damgasını vuran modern dogmatizm tekçi yaklaşımıyla özünde eski teolojiyi devam ettirdiği gibi, demokrasiye de ölümcül bir darbe vurmuştu. Sağ, sol ve merkez tüm modern zihniyet biçimlerini ortak paydasında birleştiren modern dogmatizm, ulus-devleti biricik kılmakla özünde hem onun somutunda tek tanrıcılığı gerçekleştiriyor, hem de her modern kabileye yani ulusa birer putunu egemen kılmakla sahte çoğulculuk ideasında bulunuyordu. Tüm dinler ulus-devletle tekleşir ve tanrısallıklarını birleştirirken, dileyen her yeni kabileye (ulus-devlete) birer put armağan ediyordu.
İşsiz karınca ve arı var mıdır? Karıncalar ve arılar işsiz oldular mı hemen ölürler. Onlar bile işsizliği onursuzluk sayarak buna ölümleriyle yanıt verirler. Demokratik ulusun inşası koşullarında her insanımız için, yedi yaşındaki çocuğundan yetmiş yedi yaşındaki yaşlısına, kadınından erkeğine kadar, eğitim seviyesi ne olursa olsun herkes için bir iş mümkündür. Herkes için hem de ibadet edercesine uğraşacağı, kendini hem koruyarak, hem besleyerek, hem de çoğaltarak yerine getirebileceği ve onunla özgürleşebileceği bir veya birçok iş vardır. Yeterki demokratik ulus bilincinden ve iradesinden azıcık da olsa nasibini almış olsun!
Mesela ben olsaydım, kendi köyüme, Cudi Dağına, Cilo Dağı eteklerine, Van Gölü çevresine, Ağrı, Munzur ve Bingöl dağlarına, Fırat, Dicle ve Zap kıyılarına, Urfa, Muş ve Iğdır ovalarına kadar yolum nereye düşerse düşsün, her yerde sanki korkunç tufandan çıkan Nuh’un gemisinden inmiş gibi davranır, İbrahim’in Nemrutlardan, Musa’nın Firavunlardan, İsa’nın Roma İmparatorlarından, Muhammed’in cehaletten kaçması misali kapitalist moderniteden kaçar, Zerdüşt’ün ziraat tutkusuna ve hayvan dostluğuna (ilk vejetaryen) dayanır, bu tarihsel kişiliklerden ve toplum gerçeklerinden ilham alarak İŞLERİME koyulurdum. İşlerimin sayısı düşünülemeyecek kadar çok olurdu. Hemen köy komüncülüğünden işe başlayabilirdim. İdeale yakın bir köy veya köyler komünü oluşturmak ne kadar coşkulu, özgürleştirici ve sağlıklı bir iş olurdu! Bir mahalle veya kent komünü, konseyi oluşturmak ve çalıştırmak ne kadar yaratıcı ve özgürleştirici olurdu! Kentte bir akademi, bir kooperatif, bir fabrika komünü oluşturmak nelere yol açmazdı ki! Halkın genel demokrasi kongrelerini, meclislerini oluşturmak, bu kurumlarda söz söylemek, iş yürütmek ne kadar kıvanç ve onur verici olurdu! Görülüyor ki, özlemlerin ve umutların sınırı olmadığı gibi, gerçekleştirilmesi için bireyin kendisinden başka önünde ciddi bir engel de yoktur. Yeter ki biraz toplumsal namus, biraz da aşk ve akıl olsun!
‘Demokratik Uygarlık Manifestosu’ Adlı Savunma Serisinin 5. cildi olan ‘Kürt Sorunu Ve Demokratik Ulus Çözümü’ kitabından alınmıştır.


